13 Nisan 2012 Cuma

YAŞLI BİR ADAMIN HİKÂYESİ VE BİR ŞİİRİN DOĞUŞU ( AH BABAM ! )




Yaşlı bir adamın hikâyesi bu. Yaşamın yorgunluğuna katmıştı yorgunluğunu. Sabah çayını içiyordu. Demli çayını. Yüreğinde demlenmiş nice acılar gibi demli çayını… Ve sigarası yoldaştı ona. 64 yıllık yaşamına üç hecelik mutluluğu sığdıramayanlardandı. 
Öylesine bir güne başlamıştı. Az sonra çıkar dolaşırım diyordu içinden. Kalktı, giyindi, ayağında eskimiş ayakkabıları ile yola çıktı. Amacı yeni bir ayakkabı almaktı. Sağda solda rastladığı tanıdıklara, yaşıtlarına selam vererek ve pek de acele etmeden yürüyordu. Çarşıya varmıştı. Vitrinlere baka baka ilerliyordu. Bir mağazaya girip birkaç ayakkabı denedi ve siyah bir tanesinde karar kılıp alarak çıktı. Onun için o anın ihtiyacı buydu. Ve bunu gerçekleştirebildiği için mutluydu.
 İşte bu kadarcık bir şeydi bazıları için mutluluk. Ama yine de yaşamına, bu yaşama armağan bıraktığı siyah saçlarına ve karşılığında aldığı ak şaçlarına, yüzündeki kırışıklıklara sığdıramamıştı işte o üç hecelik mutluluğu. Yine ağır ağır evine geldi. Yalnızlık sinmiş evine. Yatağının başucunda iki çerçeve dururdu. Yıllar öncesini hapseden iki çerçeve. Birinde eski eşi ve kendisi yan yana duruyordu. Ötekinde de oğlu ve kızı. Yalnızdı son yıllarında yaşlı adam. Bir nefese, bir söze muhtaç… Yaşam akıp gidiyordu işte. Demli çayı ve sigarası eşliğinde.

Kızına düşkündü. Yakın olmasalar da birbirlerini severlerdi kuşkusuz. Ama kader onları birbirinden uzak tutuyordu. En son kızını göreli yaklaşık iki ay olmuştu. Elinde bir poşet, içinde pijamalar, kızına gitmişti birkaç gün kalmaya. Son Cuma namazını kılıp evine dönmüştü yine. Ve aradan günler geçip gitmişti. Bir gün kızı gördüğü rüyasında gerçek yaşamında hiç olmadığı kadar sıkı ve içten bir şekilde koşup ona sarılmıştı. Nereden bilirdi ki bunun bir son veda olduğunu? Bir şarkı duymuştu sarılırken de: “ Geçti ömrün baharı, ihtiyar olduk bugün.” Etkilenmişti bu rüyadan o mahzun kız. Henüz iki gün geçmeden bir telefon geldi. Aldığı haber hiç de hoş bir haber değildi. Babasıyla ilgiliydi. Bir gece sabaha karşı düşüp bayılmıştı. Yeğenleri ve kardeşi tarafından hastaneye götürülmüş, oradan da büyük şehirdeki başka bir hastaneye yönlendirilmişlerdi. Artık anlaşılmıştı ki durum ciddiydi. Akciğer kanseri idi ve yaklaşık 1,5- 2 aylık bir ömrü kalmıştı. Yapılması gereken tedaviler ancak acısını azaltmaya yönelikti. Kurtuluşu yoktu. Kendisi bunu bilmiyor ve ilaçlardan, doktorlardan medet umuyordu. Şifa bekliyordu. Aralıklı olarak hastaneye girip çıkarak son günlerinin geldiğinin farklında değildi.

O hafta sonunu oğlu ve gelini ile birlikte deniz kenarında geçirmeyi bir gece önceden planlamışlarken, gece aniden fenalaşmış banyoda yere düşmüştü. Ve acılar çekiyordu yine. Hemen o gece hastaneye götürüldü tekrar. Ve giderken ilk defa yeni aldığı ayakkabılarını giymek istemişti. Giydi ve gittiler. Ertesi gün sabah erkenden kızına haber verdiler yine. Bu defa sanırım onu artık yolcu etmeleri gerektiğinin onlar da farkına varmıştı. 
Yola çıktı kızı erkenden. Hastaneye ulaştı ve onu beyaz çarşaflar içinde, hastane yatağında iyice zayıflamış, adeta kemikleri sayılır ve rengi sapsarı görmüştü. Hepsi biliyordu bu sonun geleceğini. Öyle bir acıdır ki acınızı saklamak zorunda olmanız. Acıdan taş kesilirsin adeta. Ve gözlerindeki nem donar kalır. İçiniz kanar usul usul. Okyanuslar kabarır. İşte o mahzun kızın da içi kanadı o gece sabaha kadar. Fırtınalar esti. Yaşlı adamın koluna takılı serumun hortumuna arada bakarak söylediği bir söz o mahzun kızın hafızasından hiç silinmeyecekti. O sözler şunlardı:“Bu gün sabah olmayacak galiba.” Ve yaşlı adam dayanılmaz acılarına Kelime-i Şahadet getirerek katlanmaya, zamanın akışını durdurmaya çalışıyordu…

Ve işte o gün o yaşlı adam için sabah olmadı. Acısı dindiğinde artık o bu dünyaya ve sabahın beşinde acısını içine akıtan kızına veda ederek çekip gitmişti. O kız son akşam yemeğinde sadece birkaç yudum su verebilmişti ona. Ve sevgi dolu bakışlarını hatıra bırakmıştı. 
Hemşireler son an koşup müdahale yaparken çıkarmışlardı onu dışarı. Bir kaç dakika sonra hemşirelerden biri gelip başınız sağ olsun dediğinde artık tamamen bırakıvermişti kendini. İçine hapsettiği ve dondurduğu acısı artık dışarı taşıvermişti. 
Henüz tam soğumamış beden, o incecik beden beyazlara sarılıp sarmalanmış ve ayaklarından bağlanmış bir halde beyaz çarşaflı yatağındaydı. Yüzünü görmek istedi son bir kez daha. Sapsarı ve soğuktu. Eğilip sol yanağından ve ışığı sönmüş alnından öperek usulca veda etti yaşlı adama, babasına, doyamadığı babasına... Ona söyleyebildiği son sözler sadece “ Güle güle git! “ olmuştu. 
Geriye kalan sadece, hastane amblemli bir poşete doldurulmuş üzerinden çıkan eşyalar ile ilk ve son kez giyebildiği siyah ayakkabıları olmuştu. Elinde poşet, yüreğinde çöreklenmiş acı ve yanaklarından süzülen damlalar ile çıkıp gitmişti oradan. Hastane bahçesinden dışarı çıkarken son defa dönüp baktı geriye. '' Ah babam! Ben seni hiç doyasıya sevemedim ki '' dedi ve yürüyüp gitti.
AH BABAM…!
Ah babam…!
Seni ben hiç
Doyasıya
Sevemedim ki…
Sen bana can verdin,
Bense,
Son nefesinde
Bir yudum su
Sadece…
Ah babam…!
Ben seni hiç
Doyasıya
Sevemedim ki…
Bir sabah
Öptüm sararmış alnından…
Gün doğmamıştı daha,
Soğuktun…
Solmuştu
Alnındaki ışığın…
Ellerini öptüm
Son defa,
Isıtabilmek için..
Nafile…!
Karayeller esti içimde.
O günden sonra
Ben bir daha,
Kimsenin elini
Öpemedim ki…
Okyanuslar taştı
Göğsümdem
Yıkıp geçti
Tüm geçmişi…
Güle güle git !
Dedim usulca…
Bana cevap veremedin ki…
Ben artık
Gelen sabahlara
Doğan güne
Sevinemem ki…
” Geçti ömrün baharı “
İhtiyar oldum bugün “
Dedin bir gece
Düşümde…
Aylar önce.
Bu bir
Son vedaymış,
Bilemedim ki…
Ah babam…!
Ben seni
Doyasıya
Sevemedim ki…
Müşerref ÖZDAŞ
Sevgili genç şair arkadaşım İbrahim Sarp Baysu’nun yazdığı gibi : ( ” Siz şiirlerimi okurken ağlıyorsanız,ben yazarken ölüyorum. ” )….Kendisine bu dizeleri eklememe izin verdiği için teşekkürlerimi sunarım…

Hiç yorum yok: