3 Nisan 2012 Salı

Uzun bir yolculuk





Uzun bir yolculuğa çıkmak geliyor içimden
ne uğurlayanım olsun bir gardan
ne de karşılayanım
uzayıp gitsin yollar,
durağım belli olmasın
dayayıp başımı cama, kapasam gözlerimi
akşam ne zaman oldu,
güneş ne zaman battı bilmesem
dalıp gitsem...
telaşlı insanların arasına karışsam
ya da sabırsız
mesela bir şeyimi unutsam
hatırlayıp bir ara, arayıp bulamasam
yağmurlu bir gün olsa mesela
gözyaşım karışsa yağmura
saçlarım dağılsa rüzgarda
üşüse ellerim, ellerini arasam...

Müşerref Özdaş

5 Ocak 2012 Perşembe

Aile-Çocuk-Toplum ve Sorumluluk Üzerine ( Zordur çocuk olmak)



Aile-Çocuk-Toplum ve Sorumluluk Üzerine

Tarih:6 Aralık 2011
Yer: Bayındır-Furunlu köyü
Olay (Haber): evlerinin bahçesinde oynayan küçük Emre, peynir yapmak için kaynatıldıktan sonra bekletilen içi süt dolu kazanın içerisine düştü. Emre’nin annesi Filiz Ulutaş’ın da 9 aydır hastanede kanser tedavisi gördüğü öğrenildi. Önceki gün toprağa verilen küçük Emre’nin başına gelenleri eşinin yanındayken öğrenen acılı baba ise olan biteni hastanedeki eşine söyleyemedi.

Haber başlığı: Kanserli annesine öldüğü söylenemedi

Haber başlığı duygu sömürüsüne çok açık. Açık olmasına rağmen ibretlik bir haber aynı zamanda.

Sıcak süt dolu peynir kazanına düşen bir çocuk: ‘’O çocuk 3.5 yaşında’’ ...
3.5 yaşında bir çocuktan dikkatli olmasını bekleyebilir miyiz? Neyin zarar vereceğini bilmesinin mümkün olmadığı çok açık. Her ne iş yapıyor olurlarsa olsunlar, o yaşta bir çocuğun güvenliği için gereken her türlü önlem yakınları tarafından alınmalıydı.Deniyor ki savunmada, çocuk hiperaktif. Çocuğun hiperaktif olması ailenin bahanesi olamaz...

Medya duygu sömürüsü yapmayı bırakıp bu tür konulara gerekli hassasiyeti göstermek, toplum eğitimi ve farkındalığına katkıda bulunmak zorundadır.

Yıllar önce de tesadüfen gittiğim bir hasta ziyaretinde aynı odada kalan 2.5 yaşında ve tandıra düşerek yanan, acılar çeken, uyuyamayan, sürekli ağlayan bir çocukla karşılaşmıştım. Hiç tanımadığım bu çocuğa daha sonra küçük bir oyuncak alıp götürmüştüm belki oyalanır, biraz mutlu olur diye...
Söz konusu yaşlar merakın ve dokunarak öğrenme isteğinin yoğun olduğu yaşlardır. Her an gözlerimizin üzerlerinde olması gerekmektedir. Akla gelemeyecek her türlü olayla karşılaşmak mümkündür.
En çok kaza ev içinde, çok yakınımızda ve gerekli önlemler alınmadığı için gerçekleşiyor.

Sağlıklı çocuklar dünyaya getirip sağlıklı kalmaları ve iyi yetişmeleri, sorunsuz büyümeleri için gerekeni en başta ebeveynler, sonra da toplum yapmalıdır. Aile içi eğitim bu konuda şarttır ancak görüyoruz ki eğitimli olması gereken medya elemanları da günümüzde tam olarak üzerlerine düşen görevi yerine getirememektedir.
                                              ***
Bir de şu haberdeki aileyi görelim:
Tarih: 24 Aralık 2011
Yer: Belçika
Konu: Oturdukları apartmanın 2. katında gece uykuda iken çıkan yangından 2 yaşında ve 40 günlük bebeklerini kucaklarına alarak, onlara bir şey olmasın diye, yardım bekleyip gelmeyince ve çaresiz kalınca, bebeklerini korumak için sırtüstü kaldırıma atlayan Türk anne baba...
Sonuç: Anne başını kaldırıma çarparak ölmüştür, baba ve bebekler yaralıdır.
                                               ***
Şimdi de bir başka sorumluluk, evlat sevgisi ve koruyuculuk  örneğine bakalım:
Tarih: 30 ekim 2011
Yer: Bingöl
Olay:4 çocuklu bir anne, 3 çocuğu ile gittiği bayram alışverişinde iken, bir mağazanın önünde, çocuklarını korumak için canlı bombanın üzerine atlıyor..
Sonuç: Anne ölmüş, çocuklar yaralı ve tedaviye alınmışlardır. Belki içgüdüleriyle davranmıştır ama bir facia yaşanmasını da önlemiştir bu fedakâr anne.
                                                ***

Bir haber ve bir hastalıklı yaşam biçimi daha:
Tarih:5 Ocak 2012
Yer: Bolu-Mudurnu
Olay: 25 yaşındaki E.D. ile imam nikâhıyla yaşayan ve nüfus kaydında 11 yaşında olan Z.Ç.’nin 8 aylık hamile olduğu anlaşıldı. Z.Ç. hastaneye kaldırıldı.
Sonuç: Doktorların hastaneye yatması teklifi imam nikâhlı eşi tarafından kabul edilmeyince evine gönderildi...
Bu bir çocuk, 11 yaşında bir çocuk ve bir çocuğu olacak. Ne olduğunun farkında olup olmadığı tartışılır. Okul sıralarında oturması gereken, yaşıtlarıyla oynaması, yaşaması gereken bir kız çocuğunu bir eve getirip  bir adamın koynuna sokup kadınlık yapması bekleniyor. Suçlu kim? Bu masum çocukları nasıl bir gelecek bekliyor? Ruhlarındaki kırılmalar, simsiyah karanlık nasıl tamir edilecek, nasıl aklanacak?

Toplumumuzdaki anne ve baba fedakârlığına, insan vurdumduymazlığına, insan olmanın  ayrıcalıklı onurundan yoksun yaşamlara çok sayıda örnekler vermek ve yaşamın içinde her an  buna tanık olmak mümkündür.

Görülüyor ki bir yanda beyaz bir yanda siyah, çokça da gri renk mevcut. Sorun sadece kazalar, koruyamamak, ihmal de değil. Öz evladına cinsel tacizde bulunan  ruhlarını şeytana satan babalar, kızlarını satan anneler, dünyaya yeni gözlerini açmış minik bir canı çöp kutusuna, cami avlusuna bırakanlar, para ile satanlar... Ve daha birçok inanmakta güçlük çektiğimiz, içimiz acıyarak duyduğumuz, okuduğumuz olayla karşılaşıyoruz.

Sayıları az olsa da kayıtsız kalan, dikkatsiz, bilgisiz, eğitimsiz ve facialara yol açan aileler dikkatle gözlemeli, çocukları korumaya yönelik yasalar belki yeniden gözden geçirilmelidir.

Zordur insan olmak, insan kalabilmek.
Suretler insan olmuş ne fayda?
Gayret edelim, insan olmanın yüceliğinin farkına varıp koruyabilelim.
Yaşamak günü doldurmak, nefes almak değildir sadece. Yaşama karşı, birbirimize karşı, çocuklarımıza karşı çok sayıda sorumluluğumuz var. Herkes kendi sorumluluğunun bilincinde olmaya çalışmalı, yaşamının her anında bu bilinçle davranmalıdır.

Zordur çocuk olmak.
Çocuk olmak ezilmektir, suçlanmaktır, aşağılanmak, anlaşılmamaktır bazen.
Yaşamda öğrenecekleri ne çok şeyi vardır çocukların… Yalanı öğrenirler, nefreti öğrenirler, sahtekarlığı öğrenirler, ihaneti öğrenirler.. ve her koşulda susmaları, sırları saklamaları beklenir, tehdit bile edilirler. O küçük dünyalarını  ışıltılarla doldurmak yerine karanlıklarla, korkularla doldurururuz.

Ebeveyn hataları ve bunların çocuklar üzerinde bıraktıkları izlerini, gelecekteki yansımalarını hepimiz biliyoruz... Karakter oluşmasında temel etken aile değil midir?
Kısacası zordur bu yolda yürümek.

Zorluklarını kolaylaştıralım onların, uzun ve engebeli hayat yolculuklarını kolaylaştıralım, kısaltmayalım.

Sevgiyle, insan olmanın ayrıcalıklı onuruyla kalın...

Müşerref ÖZDAŞ


30 Aralık 2011 Cuma

Hayat Konuşsun



Akşam yemeği vakti TV karşısında sakin bir şekilde yemeğimi yerken kanallar arasında da zaplıyordum. ATV’ye gözüm takıldı birden. Diğer benzerleri gibi,Esra Erol ile ‘’Evlen Benimle’’ adlı şu garip ve gereksiz, aptalca programlardan biri yayındaydı.20 yaşında bir kız süslenmiş püslenmiş, baloya gider gibi bir hallerde, prensini bekler gibi kurulmuştu koltuğa. Hönk ! dedim birden, bu da ne? Yaş:20, ne işin var kızım burada senin? Ne yaşadın ki daha, hiç mi başka yapacak bir şeyin yok hayata dair? Tek derdin evlenmek mi? Birkaç dakika içinde sana söylenen allı pullu sözlerde mi bulacaksın hayatına alacağın, hayatına gireceğin kişiyi?

Eskideeeennn çok eskiden, anneler hamamda beğenirmiş oğullarını evlendirecekleri kızları. Boyu posu, gözleri, bakışları, sesi, makyajsız teni, edası, tüm saflığı ile orada bulunan latilokum kızları... Peki, ya buradaki yirmilerinde olan ya da henüz olmayan dilberler? 17-22 yaşında ama kendilerini programa hazırlayanlar platforma çıkarmadan önce öyle bir güzel benzetmişler ki... 40-45 yaşında kokoş teyzelere benzemişler. Diyelim ki seni beğendi gelen, ya da sen onu beğendin, diyelim ki evlendin, ertesi gün sabah yataktan kalkarkenki gözler şiş, makyajsız, gözü çapaklı,  mahmur, bezgin halini görenler seni tanıyabilirler mi dersin a be güzelim !

Program yapanlara önerim: ‘’ Hamamda kız beğenme’’ adlı bir program yapsınlar da kız anaları gelsin, görsün bu dilberleri saf, makyajsız halleri ile... Çalsın sazlar, oynasın kızlar, o kurnadan ötekine atılsın laflar, göbek taşına oturup yutulsun dolmalar, köfteler...

Hayatın ilk basamaklarında  sayılabilecek bu hatun kızların programa gelen taliplerine ilk sordukları soru: ev- araba- banka hesabı... Ne kadar emek verdin şimdiye dek, ne ürettin, neye katkın oldu, dünyanın hallerini, bir evin nasıl geçindiğini kaç kez düşündün, o BEYİNciğini kaç kez yordun?

Ah be hatun kişi... Önce sil o yüzünün gözünün boyasını, sonra gerçekten aç gözünü, bak şöyle bir etrafına... Mutluluğun resmi çizilemez, tanımı kolay yapılamaz ama sen mutlu olmaktan neyi anlıyorsun? Sevişmeyi, öpüşmeyi, pahalı elbiseler giymeyi, takılar takmayı mı? Öyle ise çok yanlış bir noktasında duruyorsun hayatının ve bundan dolayıdır ki önce kendi içinde dengeni bulamıyorsun. Bir duruşun olsun önce, bir hayat felsefen olsun. Der ki ozan(*) ’’Bir insanı tanımak bir yaşam harcamaktır...’’ Kendini tanı önce, sonra çık bu yola, sana uzanan eli tut önce, sen de elini uzat hayata.
Sizlere boyalı hayatlar sergilenirken her Allah’ın günü başka nasıl düşünebilirsiniz ki, siz de haklısınız belki... Ama şunu bilin ki hayat basamağının şu an durduğun noktasından daha öteye gidebilmen, daha ilerisine bakabilmen öyle zor olacak ki... Ya gördüğünü anlamayacaksın, ya duyduğunu... Asıl önemlisi hayat denilen denklemi sen hiç çözemeyeceksin belki.

‘’Sandığımdan çok karmaşık çıktı hayat..’’  der bir başka ozan.(**)... Sen de benim sandığımdan... Neyse, ben susayım, hayat konuşsun. Fısıltıları rüzgâra da karışsa,  çok uzaklardan da gelse, anlamak isteyen anlar her zaman hayatın sözlerini. Sözsüz iletişimi de iyi başarır hayat. Ve bir gün son sözünü de söyler hayat.
(*):Özdemir Asaf
(**):Özdemir İnce

Müşerref Özdaş

27 Aralık 2011 Salı

Yeni Yılı Beklerken



Yeni bir yıla girmeye sayılı günler kaldı.
Adettendir köşe yazıları yazılır, haydi bakalım bir tane de ben karalayayım.

Sokaklarda, çarşıda, pazarda sivri renk renk külahlar,  aptal maskeler,püsküllü süsler, irili ufaklı Noel Baba sembolleri, plastik çam ağaçları, bol bol kırmızı, özellikle iç çamaşır., seksi kıyafetler göze çarpıyor çok sayıda. Bütün bunlar olmadan yeni bir yıl gelmeyecek mi veya bunları alıp kullanarak daha mı mutlu olunacak? Umutlarınızı kırmızı, el kadar bez parçalarına mı bağlayacaksınız?  Sarhoş olmadan karşılanamaz mı yeni  gelen gün ve yıl? Pazardan pazartesiye , salıdan çarşambaya geçmekten ne farkı var o günün, gecenin? Umutlarımızı  piyangoya mı bağlamalıyız ille  de? Ya ertesi günkü hüsran, vahlar tühler? Yıkılan ve ertesi yıl bu zamanlara ertelenen hayaller, zengin olma umudu?

Köşeyi dönsem ÖLÜM...düz gitsem HAYAT... der bir şarkıda,
HAYAL ise dikey çıkış, hayallerin suya düşmesi denilen şey de tepeden yere çakılma anlarıdır.Belki de boyunuzu geçmeyen bir suya balıklama atlayıp dibe çakılmak.Beyin ölümünün gerçekleşmesi hayallerin...

Ne diyelim, hayallere devam yine de...

Paranın beni değiştirip değiştirmeyeceğini bilmek istiyorum, Tanrım,lütfen bana bir şans! diyenlere gülümsüyorum sadece... Medya ve reklam dünyasının dolduruşuna ne de kolay geliyoruz.

Kırmızıda keramet mi var? Eğer öyleyse, bu kadar çok mutlu ediyor ve enerji yüklüyor ise tüm dünyayı kırmızıya boyamaya ne dersiniz?

Yine kırmızılı kıyafetler eşliğine, kadınların kırmızı rujlu gülücükler ve öpücükler dağıttığı, sevgiliye kırmızı güller verildiği, hindi dolmaları yiyerek, belki kırmızı halıların serili olduğu lüks mekanlarda salınarak, kırmızı şarap içerek, şampanyalar patlatarak, tıka basa mideleri doldurarak, gecenin devamında kırmızı noktalı saatler yaşanarak, çılgınca eğlenerek geçecek pek çok kişinin 2011 son gecesi… Ancak ertesi sabah uyandıklarında dünyanın bir yerlerinde aç insanlar olmaya devam edecek.İşgaller, zamlar, borsada düşüşler, terör, dünyanın pek çok yerinde kırmızı alarm durumları yaşandığı gerçeği var olmaya devam edecek. Belki kırmızı reçetelik maddelerin kullanılarak insani duyuların tamamen ortadan kalktığı, dumanlı kafa ve buğulu gözler eşliğinde girilecek yeni bir yıla…

Gelen yılların güzel, mutlu, verimli, bizden çok şey götüren  getiren yıllar olmasını dileyelim yine de ancak dilemekle olmayacağını ve çaba göstermemiz gerektiğini de unutmayalım tabi ki..

Sevgiyle kalın, mutlu kalın, umutla kalın...

Müşerref Özdaş
27.12.2011

25 Aralık 2011 Pazar

DÖKÜLEN İNCİLERİM...

DÖKÜLEN İNCİLERİM...




İnci kolyem koptu bugün. 
Yerlere saçıldı tüm incilerim. 
Toplayıp dizsem yeniden, 
Bİr teki eksik kaldı. 
Boynumda 15 incinin izi kaldı. 


Birinci inci: Adı vefaydı. Bir ömür sürecekti. 
İkinci inci: Şefkat: Sıcacık ısıtırdı. 
Üçüncü inci: Güvenimdi. 
Dördüncü inci: Aşkımdı. 
Beşinci inci: Tutkumdu. 
Altıncı inci: Mantığımdı. 
Yedinci inci: Unutulan düşlerimdi. 
Sekizinci inci: Tutunacak dalımdı. 
Dokuzuncu inci: Bekleyişlerimdi. 
Onuncu inci: Özleyişlerimdi. 
On birinci inci: Hatalarımdı. 
On ikinci inci: Öfkelerimdi. 
On üçüncü inci: Günahlarımdı. 
On dördüncü inci: Dualarımdı. 
On beşinci inci: Eksilen yanımdı. 
Müşerref ÖZDAŞ

28 Ağustos 2011 Pazar

Bir Kızılderili Hikayesi



Bir gün New-York´ta bir grup iş arkadaşı, yemek molasında dışarıya çıkar.
Gruptan biri Kızılderilidir.Yolda yürürken insan kalabalığı, siren sesleri, yoldaki iş makinelerinin çıkardığı gürültü ve korna sesleri arasında ilerlerken, Kızılderili, kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır böceği aramaya başlar.

Arkadaşları, bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da, onunla aramaya devam eder.
Kızılderili, yolun karsı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.

Arkadaşı, Kızılderiliye: "Senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar.

Kızılderili ise; bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmayagerek olmadığını söyleyerek, arkadaşına kendisini takip etmesini söyler. Kaldırıma geçerler ve Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar.
Birçok insan, bozuk para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak,onun ceplerinden düşüp düşmediğini kontrol eder.
Kızılderili, arkadaşına dönerek şunları söyler:

"Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir.
Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin." 


(Alıntıdır)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Ben, Sen, O, Biz, Siz, Onlar.... SU VE YAŞAM

Yaşamın temelindedir su. Ana karnında sıvı dolu bir kesede tamamlarız 9 ayımızı. Emdiğimiz sütün yaklaşık % 70 i sudur.İnsan vücudunun da yaklaşık % 70 i sudur.( 3/4)Hatta ne tasadüftür ki Dünya yüzeyinin yüzde 70'i suyla kaplıdır.

''Bu gezegen açıkça
Okyanus olmasına karşın,
ona yerküre adını vermek
ne kadar da isabetsiz bir
hareket.'' demiştir ARTHUR C. Clarke


Canlılar açlığa ve susuzluğa dayanma güçleri sınırlıdır. Açlığa 7- 8 gün dayanabilen canlı susuz kalmaya ancak bu sürenin yarısı kadardır. Yani 3-4 gün ancak dayanabilir. Canlı vücudundan suyun %10′u eksilirse yaşaması tehlikeye girer, %20’sinin kaybı ise ölüme neden olur.

Su yaşam verdiği gibi yaşam da alabilmektedir.Geride bıraktığımız günlerde değişik mevsimlerde ani gelen su baskınlarında şehrin göbeğinde hayatını yitiren, yitirmesine ramak kalan kişiler olduğunu, evlerin, yerleşim merkezlerinin harap olduğunu, hayvanların telef olduğunu hatırlayalım. Acı hatıralar olsa da unutulmaması gereken, ders alınması gereken hatıralardandır bunlar.

Su bir başka şekilde de can alabilmektedir. Eksilerek...

Canlıların bünyelerindeki suyun eksilmesi öncelikle vücuttaki fizyolojk fonksiyonları bozmakta nihayetinde de yaşam sona erebilmektedir. İşte bu yüzden özellikle aşırı sıcakların yaşandığı bu günlerde hem kendi yaşamımızda hem de çevremizdeki çeşitli hayvanların yaşamını düşünerek gereken önlemleri almalıyız.Çünkü araştırmalar göstermektedir ki hayvanlar açlığa dayanabilir ancak susuzluğa sadece 8 gün dayanabilirler.( insanlar 14 gün dayanabiliyor)

Susuzluk çeken ama bize söyleyemeyen küçük dostları ihmal etmeyelim.

Veterinerler ısı çarptığı fark edilmeyen sahipsiz hayvanların çoğu zaman bir köşede öldüğünü, sahipli hayvanların da sıcakta uzun yürüyüş yaptırılması, güneş alan bir yerdeki kulübede kalmak veya otomobilde bırakılmak gibi nedenlerle ısı çarpması yaşayabildiğini söylüyor. Isı çarpan hayvanların ateşi 39 ile 42 dereceye kadar yükseldiğine, çok hızlı soluk alıp vermeye başlamaktadırlar, ayakta duramazlar ve baygınlık geçirebilirler.''Bu durumdaki bir hayvanın gölgeye alınıp üzerine hortumla su tutarak veya su dökerek serinletilmesi gerektiğini öğreniyoruz konunun uzmanlarından.Tabi ki daha sonra kısa süre içinde bir veteriner kliniğine ulaştırılmasında fayda vardır.

Hayvanların insanlar gibi ter bezlerinin bulunmaz, sadece patilerinin altından serinleyebilirler. Köpekler ise dilini dışarı çıkararak ağzındaki tükürüğün buharlaşmasıyla serinlemiş ve terlemiş olurlar.

Uzmanlar sokak hayvanları için uygun ortamlara bırakılacak su konusunda da şunları söylüyor: '' Kuşların çok derin kaplardan, içine düşeceği korkusuyla su içememektedirler.''Kuşlar, tilki ve kaplumbağalar derin kapların içinden su içemiyor. Kent merkezi ile bağ ve bahçelerdeki uygun yerlere derin olmayan, 4 parmak kalınlığında su kapları koymalarını tavsiye ediyoruz. Bu şekilde kaplar konulursa serçeler de içine girip bu suda serinleyebilir''. Kedi ve köpekler için de 15-20 santimetre derinliğinde biraz daha büyük kapların konulması yeterli olmaktadır.

Şimdi yeniden diyorum ki: '' Haydi kalkın sevgili dostlar, duyarlı insanlar. Evlerinizin önüne, balkonunuza bir kap su koyun.
Yarın değil, hemen şimdi.
Siz sabah henüz uykudayken sizden daha erken güne merhaba diyen bu canlar için.
Dünyayı onlarla paylaşıyoruz.
Onlar dostumuz, yeri geldiğinde dert ortağımız.
Yumuşacık tüylerini okşayıp sakinleştiğimiz,
seslerini dinleyip keyif aldığımız dostlarımız...
Unutmayın onları.
BİR KAP SUYU ONLARDAN ESİRGEMEYİN VE UNUTMAYIN.
Müşerref Özdaş
18.07.2011