11 Nisan 2012 Çarşamba

KİM TUTABİLİR Kİ GİTMEK İSTEYENİ....HELAL EDERSİN HAKKINI

Anadolu’da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim. Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo’da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış. Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de sırılsıklam. Karşılık da bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına. “Ben gitmek istiyorum” demiş. “Şu yolların ardında başka ne yollar var görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum.”

Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey, karısını öldürmek olmuş. “Bana yâr olmayacağına göre kimselere yâr olmasın” diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince. Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken bulmuş. “Hakiki âşık” demiş şeyh, “sevdiği insanın mutluluğunu ister. Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can almak, can acıtmak, âşıkların tutacağı yol değildir… Düşün. Düşün de öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır.”

İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler, haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar. Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, “Dilediğin yere git” demiş usulca. “Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle çık yola.”



( Bir de günümüzde halen yaşananlara, insanların birbirine yaşattıklarına bakalım... 
Artık sevmiyorum diyen biri birden kötü insan olur gözümüzde... Ben bunu hiç anlayamadım şimdiye dek. 


İnsanların tercih hakları her zaman olmalı... İnsanların yolu birbiri ile birleşmiş olabilir. Bir süre her şey çok güzel de olabilir. Yol arkadaşlığı sürer. Zamanla değişebilir de her şey, sevgiler azalabilir ama saygı bitmemelidir.Yolunu ayırmak isteyen bir arkadaş olabilir, bir sevgili, bir eş de olabilir. Kim olursa olsun sizde de onda da kalan izler olacaktır. Herkes kendi hayatını yaşamaya devam edecektir. 


Belki çok tanıdık gelecek şimdi yazacağım durum: Eşler ayrılma aşamasındadır, taraflardan biri bir başkasını sevmiştir, ya da sevgisini yitirmiştir tek taraflı olarak. Bunun sebebini ise karşı taraf zahmet edip düşünmeyecek, kendiini sorgulamayacak, hatayı hep karşısında, dışarıda arayacaktır. Kavga, dövüş, hakaretler, mahkemede çıkan rezaletler, arada kalan, psikolojisi bozulan zavallı çocuklar, ayrılmam, sürünsün aşağılık adam diyen kadınlar, anne ya da babasına gösterilmemekte direnilen evlatlar... Bu manzaralar gerçekten de iç karartıcıdır. 


Oysa ki ayrılık olsa da sevgi kırıntıları ve saygı kalabilmelidir. Gecenin bir vaktinde çekinmeden eski bir eş aranabilmelidir. O bir başkası ile mutlu olmayı seçti diye hayatı karartılmamalıdır. 


Hayat kısa. Mutlu olmak herkesin hakkı. kimse kimseye sevgi olmaksızın ömür boyu bağlı kalmamalı. Gitmek isteyen gerçekten de gidebilmeli.Gitmişse de düşman bellenmemeli, arada  bir telefonla da olsa sesini duymaktan, bir selam yollamaktan, gerek duymuşsak yardımını istemekten, yardım istenmişse elimizi uzatmaktan gocunmamalıyız.  / M.ÖZDAŞ )

7 Nisan 2012 Cumartesi

UMUT SEN BENİ UNUT



"Elinden geleni yapmadıysan, umduğunu bulamadığına şikayet etmeye hakkın yoktur." der Cenap Şehabettin.


''Umut'' gün gelir ''Unut'' a döner yüzünü.
Ne kadar beklersen bekle, zamanın planladığından fazlası olmayacaktır.Umut denilen şey de hayata tutunmak için olmayabileceğini bile bile kendine yalan söyleyip inanmaktır.
Olmayacak duaya amin demektir biraz da umut.
Kelimelerde saklanır, kelimelerle döker içini insanlar, umut diye kelimelere tutunur.
Yeni sabahlar yeni umutlara gebe olabildiği gibi yeni hayal kırıklıklarına da  gebe olabilir.
-Asıl unutmayan ‘’ Unuttum ‘’ diyendir.
-Ya ‘’ Unut beni ‘’ diyen?
- İşte o, ateşlerde yanandır…

Her şeyin son bulduğu anda bile umut vardır.'' demiştir Thales ve
Umut; Bir sevgiliye emanet ettiklerinizdir.../ der C. Süreya

Umudu her dem taze tutmak en iyisi belki...


M.Özdaş

5 Nisan 2012 Perşembe

Çağın kâbusları


Okuyup da ürktüğüm  çok sayıda haber olmuştur bugüne kadar ancak bu defakinde ‘’ Bu nasıl iğrenç bir zekânın ürünüdür?’’ diye düşündüm. Endişelerimin sebebi şu haber idi: İngiliz medyasından yayılan bir habere göre Rusya’da Vladimir Putin tarafından  insanların sinir sistemini kullanılamaz hale getiren bir silahın üretimine izin verildi.
Asıl ürküten bir şey daha vardı ki bu silahların soğuk savaş dönemiyle birlikte 1950'li yıllardan itibaren ABD ve Rusya'nın geliştirmek için laboratuvar çalışmaları yaptığı bilinmesi...

"Psychotronic" adı verilen hedefin sinir sistemini felç edip kontrolünün ele geçirilmesini hedefleyen bu tehlikeli psikolojik silahın yapımına izin verilmiş. Medya’da yayılan haberlere göre bu sıra dışı silahı Rusya çoktan geliştirmiş ve uykuya bırakmış ve nihayet Putin, silahın gerçekleştirilmesi için nihai emri vermiştir.

Askeri ve politik anlamda nükleer olarak nitelenen bu silahların “sinir sistemine doğrudan etki eden, kişiyi kontrol altına alan, istenirse onu suikaste yöneltebilen bir silah” tanımlaması Rus savunma bakanı Anatoly Serdyukov tarafından yapılmış bulunmaktadır.

Yayılan haberlere göre Rusya'nın başkenti Moskova'daki Askeri Araştırmalar Merkezi Başkanı Anatoly Tsyganok, bu silaha maruz kalan bir kişinin ateşinin hızla yükseleceğini, kızgın ateşte duran bir tavaya atılmış gibi kendini hissedeceğini, bu silahlar hakkında hâlâ özel birliklerdeki askerlerin bile bu tür silahlarla ne yapacaklarını fazla bilmediklerini söylemektedir.
İnsanın davranışlarının kontrol edebileceği, intihara sürüklemenin de mümkün olduğu, mikrodalga fırınlardaki gibi elektromanyetik ışınlar yayarak hedefteki insanın sinir sistemini felç edebilecek, aşırı oranda verildiğinde iç organlara zarar vererek, sinir sistemini çalışamaz hale getirebilecek bir silahtan bahsediyoruz.
Bu bir insanlık suçu, suçu gerçekleştirenler de insan değil midir? İnsanlık laboratuarların loş koridorlarında kaybolmaya devam etmektedir. Dünya buna karşı çıkacak mı diye soramıyorum. Biliyorum ki bozacının şahidi şıracı. Bir yanımızda büyük abimiz Amerika, üst kat komşusu Rusya, bir tarafta Müslüman komşularımızdan İran... Fazla söze gerek var mı? 
Bu nasıl bir insan zekâsıdır ki kendi türünü öldürmek için nefes almaya devam edip kendisine insanım, hatta bilim insanıyım diyebiliyor? Bunun yerine insanların nasıl mutlu edilebileceğine kafa yorulsa, çareler aransaydı dünya bugünden ne kadar farklı olurdu, bir düşünelim...

Çağımızda  insanların beyin ağırlığı erişkin erkekte ortalama 1347 gr (1214-1450 gr) ve kadında 1223 (aralık 1111-1306 gr) kadardır. Biz hâlâ beynin %3 ü mü, % 10’u mu çalışıyor diye  düşünmeye devam ederken birileri beyaz önlüklerini giyip insanlığı karartacak  keşifler yapmaya devam ediyor.

HES ( Hidroelektrik santralleri) ‘lerine, nükleer santrallere karşı koyanlar bu haberi nasıl değerlendirecek merak ediyorum. Rusya’nın üretme kararı aldığı silahın kontrollü kullanımı hemen hemen mümkün değilse de diğer silahların bir dereceye kadar kontrollü kullanılması ve faydaları da söz konusu... Bu silahın geliştirilme aşamasında gözlerden uzak kim bilir kaç kişinin kobay olarak kullanıldığını düşünmeden edemiyorum.

Daha ürkütücü gelişmelerle karşılaşmamak için uyanmaktan korkmayacağımız yarınlara ulaşabilmek dileğiyle...

Müşerref Özdaş
05.04.2012

4 Nisan 2012 Çarşamba

Hayal ve gerçeklerin renkleri



Dünyamızı güzel hayallerle süsleriz. Sevmek ve sevilmek güzeldir. Beklentilerimiz vardır. Bunları karşılamasını istediğimiz, gelmesini beklediğimiz, umutlarımızı bağladığımız kişiler vardır. Gelen, mükemmelimiz olur bir anda. Olmadığını fark edinceye kadar geçen bir zaman vardır. Gün gelir, gözümüzde devleştirdiğimiz, birden sıradanlaşır… 

Yaşam ısmarlama mutluluk üretmiyor. Bizim kurallarımızı dinlemiyor. Kendi kuralları çerçevesinde sunumunu yapıp kabulümüzü bekliyor. Sunulanı kabul edip başköşeye konuk etmeli, tanımaya çalışmalıyız. Soluklansın, biz soralım, o anlatsın; dinleyelim, anlayalım… O sorsun, biz söyleyelim… 

Tam da bu noktada çıkar sorunlar. Dinlemek, duymak, anlamak farklıdır. Bakmak ile görmek arasındaki fark gibi… Şairin '' Anlam '' adlı şiirinde dediği gibi ( *1 ): 

''Sen ne türlü desen, söz dinleyenden alır anlamını, 
Öyledir görüntü de, bin kişi bakar denize, 
Denizi görür biri…''

İletişim büyük bir sorundur ilişkilerde. Düşüncelerimizi söyleyemiyorsak, doğru ifade edemiyorsak, beni anlamıyorlar demek ne derece doğrudur? Bu esaslı bir sorundur işte. Sevginin göstergesi karşımızdaki sevilenin düşüncelerine her an katılmak, kabullenmek de değildir. Sevgi, hayatı ve fikirleri paylaşmaktır, değer vermektir. Yaşamımızda duygulara yer veriyorsak da mantığı da elden bırakmamak gerekir. Mutluluktan başımızın döndüğü anlarda bile ilerde dünyamızın kararmaması için mantığımız hep devrede olmalıdır. Biz onun iptal veya duraklatma düğmesine basmış isek, aslında duraklayacak olan yaşamımızdır, iptal edilecek olan beklentiler, hayallerdir. 

Ben kimim, yaşamdan ne istiyor, ne bekliyorum? Karşımdaki bana ne verebilir? Birbirimizi kırıyor muyuz, inciniyor muyum? Bunlar tekrarlayıcı bir hal mi aldı? Sevdiğim kişi ne kadar tutarlı, verdiği sözlere ne kadar bağlı? Bana güven veriyor mu? …Alacağımız cevaplara göre değişecektir geleceğimiz. 

Başımızda kavak yellerinin en delisi esse de, hatalar yapsak da, hayal kırıklıklarımız olsa da, yine de süsleyecektir hayaller dünyamızı. Renkleri tozpembe olsa da görürüz ki gerçeklerin rengi farklıdır. Her şeye rağmen güzel bir geleceği umut etmek, beklemek; gerçeğin kıyılarından çok açıklara yüzmemek koşuluyla en doğal hakkımızdır. Yoksa kendi yarattığımız hayallerin içinde boğulma tehlikesi de vardır.

İşte bu yüzden, yaşamımızı dengeler üzerine kurmak zorundayız. Günün birinde kendimize ‘’ Şimdi ne yapmalı?’’ deriz. Oturup geçmişe ağıt mı yakmalı, bir çare mi aranmalı? Tüm yollar kapanmış, geçit yok gibi de görünebilir gözümüze. Ama acele etmeden düşünülürse ve doğru zamanda harekete geçilirse her zaman bir çözüm bulmak da mümkündür. 

Çözümsüz, sevgisiz, hayalsiz, umutsuz kalmamanız dileğiyle… 

(*1): Necati Cumalı 

Müşerref ÖZDAŞ

3 Nisan 2012 Salı

Uzun bir yolculuk





Uzun bir yolculuğa çıkmak geliyor içimden
ne uğurlayanım olsun bir gardan
ne de karşılayanım
uzayıp gitsin yollar,
durağım belli olmasın
dayayıp başımı cama, kapasam gözlerimi
akşam ne zaman oldu,
güneş ne zaman battı bilmesem
dalıp gitsem...
telaşlı insanların arasına karışsam
ya da sabırsız
mesela bir şeyimi unutsam
hatırlayıp bir ara, arayıp bulamasam
yağmurlu bir gün olsa mesela
gözyaşım karışsa yağmura
saçlarım dağılsa rüzgarda
üşüse ellerim, ellerini arasam...

Müşerref Özdaş

5 Ocak 2012 Perşembe

Aile-Çocuk-Toplum ve Sorumluluk Üzerine ( Zordur çocuk olmak)



Aile-Çocuk-Toplum ve Sorumluluk Üzerine

Tarih:6 Aralık 2011
Yer: Bayındır-Furunlu köyü
Olay (Haber): evlerinin bahçesinde oynayan küçük Emre, peynir yapmak için kaynatıldıktan sonra bekletilen içi süt dolu kazanın içerisine düştü. Emre’nin annesi Filiz Ulutaş’ın da 9 aydır hastanede kanser tedavisi gördüğü öğrenildi. Önceki gün toprağa verilen küçük Emre’nin başına gelenleri eşinin yanındayken öğrenen acılı baba ise olan biteni hastanedeki eşine söyleyemedi.

Haber başlığı: Kanserli annesine öldüğü söylenemedi

Haber başlığı duygu sömürüsüne çok açık. Açık olmasına rağmen ibretlik bir haber aynı zamanda.

Sıcak süt dolu peynir kazanına düşen bir çocuk: ‘’O çocuk 3.5 yaşında’’ ...
3.5 yaşında bir çocuktan dikkatli olmasını bekleyebilir miyiz? Neyin zarar vereceğini bilmesinin mümkün olmadığı çok açık. Her ne iş yapıyor olurlarsa olsunlar, o yaşta bir çocuğun güvenliği için gereken her türlü önlem yakınları tarafından alınmalıydı.Deniyor ki savunmada, çocuk hiperaktif. Çocuğun hiperaktif olması ailenin bahanesi olamaz...

Medya duygu sömürüsü yapmayı bırakıp bu tür konulara gerekli hassasiyeti göstermek, toplum eğitimi ve farkındalığına katkıda bulunmak zorundadır.

Yıllar önce de tesadüfen gittiğim bir hasta ziyaretinde aynı odada kalan 2.5 yaşında ve tandıra düşerek yanan, acılar çeken, uyuyamayan, sürekli ağlayan bir çocukla karşılaşmıştım. Hiç tanımadığım bu çocuğa daha sonra küçük bir oyuncak alıp götürmüştüm belki oyalanır, biraz mutlu olur diye...
Söz konusu yaşlar merakın ve dokunarak öğrenme isteğinin yoğun olduğu yaşlardır. Her an gözlerimizin üzerlerinde olması gerekmektedir. Akla gelemeyecek her türlü olayla karşılaşmak mümkündür.
En çok kaza ev içinde, çok yakınımızda ve gerekli önlemler alınmadığı için gerçekleşiyor.

Sağlıklı çocuklar dünyaya getirip sağlıklı kalmaları ve iyi yetişmeleri, sorunsuz büyümeleri için gerekeni en başta ebeveynler, sonra da toplum yapmalıdır. Aile içi eğitim bu konuda şarttır ancak görüyoruz ki eğitimli olması gereken medya elemanları da günümüzde tam olarak üzerlerine düşen görevi yerine getirememektedir.
                                              ***
Bir de şu haberdeki aileyi görelim:
Tarih: 24 Aralık 2011
Yer: Belçika
Konu: Oturdukları apartmanın 2. katında gece uykuda iken çıkan yangından 2 yaşında ve 40 günlük bebeklerini kucaklarına alarak, onlara bir şey olmasın diye, yardım bekleyip gelmeyince ve çaresiz kalınca, bebeklerini korumak için sırtüstü kaldırıma atlayan Türk anne baba...
Sonuç: Anne başını kaldırıma çarparak ölmüştür, baba ve bebekler yaralıdır.
                                               ***
Şimdi de bir başka sorumluluk, evlat sevgisi ve koruyuculuk  örneğine bakalım:
Tarih: 30 ekim 2011
Yer: Bingöl
Olay:4 çocuklu bir anne, 3 çocuğu ile gittiği bayram alışverişinde iken, bir mağazanın önünde, çocuklarını korumak için canlı bombanın üzerine atlıyor..
Sonuç: Anne ölmüş, çocuklar yaralı ve tedaviye alınmışlardır. Belki içgüdüleriyle davranmıştır ama bir facia yaşanmasını da önlemiştir bu fedakâr anne.
                                                ***

Bir haber ve bir hastalıklı yaşam biçimi daha:
Tarih:5 Ocak 2012
Yer: Bolu-Mudurnu
Olay: 25 yaşındaki E.D. ile imam nikâhıyla yaşayan ve nüfus kaydında 11 yaşında olan Z.Ç.’nin 8 aylık hamile olduğu anlaşıldı. Z.Ç. hastaneye kaldırıldı.
Sonuç: Doktorların hastaneye yatması teklifi imam nikâhlı eşi tarafından kabul edilmeyince evine gönderildi...
Bu bir çocuk, 11 yaşında bir çocuk ve bir çocuğu olacak. Ne olduğunun farkında olup olmadığı tartışılır. Okul sıralarında oturması gereken, yaşıtlarıyla oynaması, yaşaması gereken bir kız çocuğunu bir eve getirip  bir adamın koynuna sokup kadınlık yapması bekleniyor. Suçlu kim? Bu masum çocukları nasıl bir gelecek bekliyor? Ruhlarındaki kırılmalar, simsiyah karanlık nasıl tamir edilecek, nasıl aklanacak?

Toplumumuzdaki anne ve baba fedakârlığına, insan vurdumduymazlığına, insan olmanın  ayrıcalıklı onurundan yoksun yaşamlara çok sayıda örnekler vermek ve yaşamın içinde her an  buna tanık olmak mümkündür.

Görülüyor ki bir yanda beyaz bir yanda siyah, çokça da gri renk mevcut. Sorun sadece kazalar, koruyamamak, ihmal de değil. Öz evladına cinsel tacizde bulunan  ruhlarını şeytana satan babalar, kızlarını satan anneler, dünyaya yeni gözlerini açmış minik bir canı çöp kutusuna, cami avlusuna bırakanlar, para ile satanlar... Ve daha birçok inanmakta güçlük çektiğimiz, içimiz acıyarak duyduğumuz, okuduğumuz olayla karşılaşıyoruz.

Sayıları az olsa da kayıtsız kalan, dikkatsiz, bilgisiz, eğitimsiz ve facialara yol açan aileler dikkatle gözlemeli, çocukları korumaya yönelik yasalar belki yeniden gözden geçirilmelidir.

Zordur insan olmak, insan kalabilmek.
Suretler insan olmuş ne fayda?
Gayret edelim, insan olmanın yüceliğinin farkına varıp koruyabilelim.
Yaşamak günü doldurmak, nefes almak değildir sadece. Yaşama karşı, birbirimize karşı, çocuklarımıza karşı çok sayıda sorumluluğumuz var. Herkes kendi sorumluluğunun bilincinde olmaya çalışmalı, yaşamının her anında bu bilinçle davranmalıdır.

Zordur çocuk olmak.
Çocuk olmak ezilmektir, suçlanmaktır, aşağılanmak, anlaşılmamaktır bazen.
Yaşamda öğrenecekleri ne çok şeyi vardır çocukların… Yalanı öğrenirler, nefreti öğrenirler, sahtekarlığı öğrenirler, ihaneti öğrenirler.. ve her koşulda susmaları, sırları saklamaları beklenir, tehdit bile edilirler. O küçük dünyalarını  ışıltılarla doldurmak yerine karanlıklarla, korkularla doldurururuz.

Ebeveyn hataları ve bunların çocuklar üzerinde bıraktıkları izlerini, gelecekteki yansımalarını hepimiz biliyoruz... Karakter oluşmasında temel etken aile değil midir?
Kısacası zordur bu yolda yürümek.

Zorluklarını kolaylaştıralım onların, uzun ve engebeli hayat yolculuklarını kolaylaştıralım, kısaltmayalım.

Sevgiyle, insan olmanın ayrıcalıklı onuruyla kalın...

Müşerref ÖZDAŞ


30 Aralık 2011 Cuma

Hayat Konuşsun



Akşam yemeği vakti TV karşısında sakin bir şekilde yemeğimi yerken kanallar arasında da zaplıyordum. ATV’ye gözüm takıldı birden. Diğer benzerleri gibi,Esra Erol ile ‘’Evlen Benimle’’ adlı şu garip ve gereksiz, aptalca programlardan biri yayındaydı.20 yaşında bir kız süslenmiş püslenmiş, baloya gider gibi bir hallerde, prensini bekler gibi kurulmuştu koltuğa. Hönk ! dedim birden, bu da ne? Yaş:20, ne işin var kızım burada senin? Ne yaşadın ki daha, hiç mi başka yapacak bir şeyin yok hayata dair? Tek derdin evlenmek mi? Birkaç dakika içinde sana söylenen allı pullu sözlerde mi bulacaksın hayatına alacağın, hayatına gireceğin kişiyi?

Eskideeeennn çok eskiden, anneler hamamda beğenirmiş oğullarını evlendirecekleri kızları. Boyu posu, gözleri, bakışları, sesi, makyajsız teni, edası, tüm saflığı ile orada bulunan latilokum kızları... Peki, ya buradaki yirmilerinde olan ya da henüz olmayan dilberler? 17-22 yaşında ama kendilerini programa hazırlayanlar platforma çıkarmadan önce öyle bir güzel benzetmişler ki... 40-45 yaşında kokoş teyzelere benzemişler. Diyelim ki seni beğendi gelen, ya da sen onu beğendin, diyelim ki evlendin, ertesi gün sabah yataktan kalkarkenki gözler şiş, makyajsız, gözü çapaklı,  mahmur, bezgin halini görenler seni tanıyabilirler mi dersin a be güzelim !

Program yapanlara önerim: ‘’ Hamamda kız beğenme’’ adlı bir program yapsınlar da kız anaları gelsin, görsün bu dilberleri saf, makyajsız halleri ile... Çalsın sazlar, oynasın kızlar, o kurnadan ötekine atılsın laflar, göbek taşına oturup yutulsun dolmalar, köfteler...

Hayatın ilk basamaklarında  sayılabilecek bu hatun kızların programa gelen taliplerine ilk sordukları soru: ev- araba- banka hesabı... Ne kadar emek verdin şimdiye dek, ne ürettin, neye katkın oldu, dünyanın hallerini, bir evin nasıl geçindiğini kaç kez düşündün, o BEYİNciğini kaç kez yordun?

Ah be hatun kişi... Önce sil o yüzünün gözünün boyasını, sonra gerçekten aç gözünü, bak şöyle bir etrafına... Mutluluğun resmi çizilemez, tanımı kolay yapılamaz ama sen mutlu olmaktan neyi anlıyorsun? Sevişmeyi, öpüşmeyi, pahalı elbiseler giymeyi, takılar takmayı mı? Öyle ise çok yanlış bir noktasında duruyorsun hayatının ve bundan dolayıdır ki önce kendi içinde dengeni bulamıyorsun. Bir duruşun olsun önce, bir hayat felsefen olsun. Der ki ozan(*) ’’Bir insanı tanımak bir yaşam harcamaktır...’’ Kendini tanı önce, sonra çık bu yola, sana uzanan eli tut önce, sen de elini uzat hayata.
Sizlere boyalı hayatlar sergilenirken her Allah’ın günü başka nasıl düşünebilirsiniz ki, siz de haklısınız belki... Ama şunu bilin ki hayat basamağının şu an durduğun noktasından daha öteye gidebilmen, daha ilerisine bakabilmen öyle zor olacak ki... Ya gördüğünü anlamayacaksın, ya duyduğunu... Asıl önemlisi hayat denilen denklemi sen hiç çözemeyeceksin belki.

‘’Sandığımdan çok karmaşık çıktı hayat..’’  der bir başka ozan.(**)... Sen de benim sandığımdan... Neyse, ben susayım, hayat konuşsun. Fısıltıları rüzgâra da karışsa,  çok uzaklardan da gelse, anlamak isteyen anlar her zaman hayatın sözlerini. Sözsüz iletişimi de iyi başarır hayat. Ve bir gün son sözünü de söyler hayat.
(*):Özdemir Asaf
(**):Özdemir İnce

Müşerref Özdaş